6 Mayıs 2011 Cuma

Her Bıji Atatürk!

Sol yanağına öyle bir tokat yedi ki, kendi etrafında iki kez döndükten sonra kara tahtaya toslayarak yere yığıldı. Yerdeyken çıkardığı sesler iç acıtıcıydı. Beton zeminde ayaklarını karnına çekmiş iki eliyle yüzünü kapatıyordu. Hemen arkasında, sağ elini yumruk yapan öğretmen omuzlarını öne hafifçe eğmiş, çocuğun ayağa kalkmasını bekliyor, ancak istediği olmadığı için yerde debelenmekte olan çocuğa sağ ayağıyla tekmeler atıp hakaretler savuruyordu.


Yüzünü sınıfa dönen öğretmenin gözlerindeki kini ve nefreti hissetmiş, yerimize mıhlanıp kalmıştık. Bütün sınıf kaskatı kesilmiş, korkudan altımıza edecek duruma gelmiştik.
Bu ve buna benzer dayaklara önceki yıllarda da şahit olmuştuk ancak böylesine öfkeli bir öğretmenle karşılaşmamıştık. İstiklal Marşı ve Andımız törenlerinde de çok dayak yemiştik fakat böylesini görmemiştik o güne kadar.
Sınıfı bir sessizlik sarmış, kimse nefes bile almıyordu. Aslında öğretmen dayak attığı Mecid’i defalarca uyarmıştı “Kılınç değil, kılıç!” diye. Ama beşinci uyarıdan sonra da aynı hatayı yapmaya devam etmişti Mecid.

Bizler kentleşmeye yeni başlamış bir şehrin civar köylerinden gelen köylü aile çocuklarıydık.
Evdeki anne-babamız ve diğer kardeşlerimiz gibi Kürtçe konuşurduk. Türkçe bilmez, konuşamazdık. Okula başladığımız günden, ilkokul son sınıfa kadar yemediğimiz dayak, işitmediğimiz azar kalmamıştı. Batı’dan gelen devlet memurlarının çocukları gibi öğretmenin ne dediğini, ne sorduğunu anlamaz, cevap veremezdik. Ya da yalan, yanlış şeyler söyler, geri zekâlı muamelesi görürdük. Her sabah, kışta-kıyamette, derse girmeden önce okuduğumuz “Andımız”daki gibi, ne Türk, ne doğru ne de çalışkandık biz. Aksine, öğretmenlerimizin söylediklerini anlayamayan, kendinden ve ailesinden utanan Kürt, yanlış ve tembel çocuklardık biz.

Kişilik ve bilgi edinmek için gittiğimiz okulun, batılılara kıyasla, en kişiliksiz ve bilgisiz çocuklarıydık. Bunun için de bizi Türkçeden habersiz yetiştiren ailemizden, akrabalarımızdan ve çevremizden nefret etmekle başlamıştık okula. Ve ana dili Türkçe olan Batılılara yaranmak ve yavşamakla geçti ilkokul yıllarımız.
Bizler tam beş sıfır yenik başlamıştık bilgi çağına ve hayata.
Bizler Türkçe bilenler kadar şanslı değildik.
Onlar kadar şarkı-türkü bilmez, onlar kadar okuyamaz his edemezdik.
Çarpım tablosunu ezberleyemez, hiçbir hesabı yapamazdık yaşamımızda.
Hiçbir sınavda onlar kadar iyi notlar alamaz, ailemiz tarafından takdir edilmezdik.
Anne ve babalarımız Türkçe bilmediği için onlardan utanır, veli toplantılarına katılmalarını istemezdik.
Köyde oturan akrabalarımız başka dünyaların insanları gibi gelirdi bize. Onlarla akraba olmayı büyük bir utanç kabullenir, kendimizi aşağılık his ederdik.

Çocukluk dönemimizde esas amacı bizi geliştirmek olan “Eğitim ve öğretim” yıllarımız bizi insanlık yönünden köreltiyor, kişilik yönünden aşağılıyordu.
Ve biz, bizden başka her şey oluyorduk.

Her sabah okuduğumuz antda olduğu gibi Türk, doğru ve çalışkan olmak için elimizden geleni yapıyor, yapamadığımızda da öğretmenlerimiz bizlere yardımcı oluyordu. Tıpkı “kılıç” demek yerine “kılınç” diyen Mecid’e öğretmenin “yardım” etmesi gibi.

Bizler Irkçı-uluslaşma modeli olan Cumhuriyetin yegâne kurbanları olduk. Varlığımızı Türk varlığına armağan ettiler. Ve bize “Ne mutlu Türküm diyene!” dedirttikleri için hayatımız boyunca mutlu olamadık. Çünkü biz Kürt’tük ve mutluluk Türklerindi.

Türkiye Cumhuriyetinde yaşanmış olan bu gerçeklik, mutsuz sağlıksız ve kişiliksiz nesiller yetiştirdi bu güne kadar. Ancak bundan sonra bu ülkede bunun böyle gitmeyeceğini hepimiz çok iyi biliyoruz. İnsan hakları mücadelesine inanan ve bu uğurda elinden geleni ardına koymayanların sayesinde biz artık neyin ne olduğunu biliyor ve haklarımızı yüksek sesle haykırıyoruz.

Yazı: Mehmet Şafi EKİNCİ
Kaynak : http://jiyan.org

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder